Türk edebiyatında II. Dünya Savaşı dönemine ait romanların sayıca azlığından ara sıra söz edilir.
Kurgulanmış metinlerin çoğu, ülkenin son dakikada Almanya’ya ve müttefiki Japonya’ya savaş ilan edişi dikkate alınmazsa, aslında teyakkuzda kalıp savaşa girmemiş olması nedeniyle cephelere ait değil, tümüyle toplumsal sorunlara yöneliktir.
Dönemin Milli Şef’i İsmet Paşa’nın ¨Hudutlarımızda her taşın altına bir asker koyduk¨ sözünü takip ederseniz arazideki patika sizi seferberlik denilen bir hercümercin içine getirir.
Ne ki, seferberlik üzerine de edebi eser pek görülmez.
Yayımlanan birbirinden değerli pek çok şey, savaşın kanlı cephesinden hâliyle uzaktır.
Savaşın sınırları dışında acımasız biçimde sürdüğünün farkında olan asker-sivil bürokrasi ve siyasi iktidar bundan uzak durmanın becerisini dört sene boyu gösterirken, toplumsal yaşamda, üstelik bugünlere kadar uzanan söylemlerin kökeni sayılacak nice eşitsizliğe, haksızlığa, yolsuzluğa da yol açtı.
Bu tablo içinden -şükür ki- cephe romanları çıkamadıysa da Rıfat Ilgaz’ın ¨Karartma Geceleri¨ gibi, sonradan sinemaya uyarlanmış, muhteşem eserler de Türk edebiyatının mirası arasına eklendi.
Şimdiyse, Ilgaz’ın doğum yeri olan Cide’nin hemşerisi sayılabilecek Bartınlı yazar Mustafa Şahin’in yeni romanı, ¨Kasımveresiye¨ bu mirasa katılmayı hak edecek biçimde yayımlandı.
Eseri neredeyse kusursuz bir teknik ve çabayla yayımlayan Tefrika Yayınları, bir ¨dönem romanına¨ sahip olmakla gururlanmayı da hak etti.
2005 ve sonra 2016 tarihlerinde basımı yapılmış ¨Çerkes Âdil Paşa’nın Tahsildarlık Günleri¨ başlıklı romanda II. Dünya Savaşı yıllarına ait 1942-Varlık Vergisi uygulamasının eleştirisiyle süren bir dönem romancılığı yapılmıştı.
Bu eserin yazarı, şu anda okuduğunuz eleştirinin sahibi olmakla, bir dönem romanının sorunsallığına iyi kötü âşina kalarak, Şahin’in romanını mercek altına aldığını iddia edebilmektedir.
Editör ve edebiyat eleştirmeni Ömer Türkeş’in elinde harmanlanıp Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanmış ilk romanı ¨Kasabanın Laneti¨ nden bu yana neredeyse beş yıldır, ara sıra edebiyat dergilerine gönderdiği kimi çalışmaları dışında sessizliğini sürdüren Mustafa Şahin’in ikinci eseriKasımveresiye bu yılın Kasım ayını beklemeden Mayıs’ında raflara yetişti; okurunu bekliyor.
Romanın mekânı sert coğrafyasıyla şehirlerden epeyi uzak, bu nedenle de olan bitenlerin kolay beri duyulmadığı, kendi içine kapalı bir hayata aittir. Zonguldak ve Kastamonu havalisi diye genelleştirebileceğimiz ve hatta taşradan bile uzak bir dünyadır.
Bölge insanının ağzında, kasabalarınmütegallibeye dönüşmüş esnaf ve tüccarına borcun Kasım ayında ödenmesine dair sözcük, romanın başlığı olarak durduğu tuhaf yerden kısa sürede çıkacak, kitaba başlığıyla verilmiş gizem ortadan hemen kalkacaktır; merak edilmesin.
Daha 24.sayfada, roman kahramanı güzel köylü kadını Gökçe, peşinde dolaşan aç gözlü Kel Muhtar’a için için bakın ne diyor:
¨Yol parasıyla Kasımveresiyeyi dert etmeyeymişim. Bir yolunu bulacakmış. Dölsüz, sen beni ne sanıyorsun? Görürsün. Göstermezsem Tekçarık’ın Gökçe demesinler bana…¨
Seferberliğe alınıp Çanakkale’ye gönderilmiş Tekçarık, Gökçe’nin kocasıdır.
Askerden terhisiyle kocasını bebeleriyle birlikte bekleyen Gökçe’ye bir mektup gelir, içinde asker künyesi çıkan zarfı köyün eğitmeni okur, ¨Mustafa ….. 19…..Zonguldak…. Başınız sağ olsun! ¨
Tekçarık nâmıyla bilinen Avcı Mustafa’nın Askerlik Şubesi kaşesiyle gelen ölüm haberiyle beraber birden çevresini saracak olan köyün, bucağın, kasabanın kötü niyetli insanlarına Gökçe bundan böyle tek başına direnecektir. Yoksulluk ve açlığın yıkıp yok etmediği güzelliğiyle Gökçe’yi zor günler bekler; sırada Kasımveresiye de vardır.
Yıl boyu kasabanın tüccarına, faizcisine borçlanan köylülerin nihayetinde yaz sonu verecekleri bir şey vardır. Oysa Gökçe’nin bedeninden başka şeyi istemeyenlerin aralarında olduğu bu güruh aç kurtlar gibi çevresini saracak, bir direniş hikâyesiyle roman Gökçe’yle ¨ırz düşmanları¨ arasındaki mücadeleye dönüşecektir.
Dönem üstelik hükümetin uyguladığı türlü vergilendirmelerle köylüyü yol inşaatlarına, bunlar yetmezse maden ocaklarında zorunlu-köle işçiliğine kadar mecbur bırakmaktadır. Şartların bu ağırlığı altında Gökçe’ye sonunda nahiyedeki bakkaliye esnafı Kart Mahmut, bir punduna getirip tecavüz eder.
Asıl hikâyeye daha gelmedik; az beklemek gerekiyor.
Bütün bu yaşananların ardında Shakespeare’e yakışır – Şekspiryan bir yanlışlık trajedisi yatmaktadır. Romanın kurgusunu okura ah vah çektirerek tamamlatan yazarımız, hikâyede şehit düştüğü haberi gelmiş kocanın, Tekçarık’ın aslında hayatta olduğu, askerden izin alıp memleketine gelmekte bulunduğu haberiyle bütün bütün çıkmazın içine sokar. Gökçe’nin yaşadıklarından sonra sevdiği kocasına cevabı ne olacaktır?
Fakat buradaki yanlışlık trajedisinin sorumlusu Tekçarık Mustafa’dır. Karısı Gökçe’yi sınamak, onun kimi kadınlar gibi kuyruk sallayan dişi köpek olmadığını anlamak için sahte bir mektup göndermiştir, izin almazdan evvel… Güya köyüne baskın yapar gibi gelip Gökçe’yi deneyip sınamış olacaktır.
Gökçe ise yaşadığından sonra içine kapandığı sessizliğini bu arada sadece köyün bilge hocası Molla Hüseyin’le paylaşır ki, ondan işittikleri tümüyle Çileci bir anlayışın ifadesidir. Olan olmuştur, bundan sonra yapılacak şey sabırla hayata devam etmektir.
Tekçarık’ın köye gelişi başlı başına maceralarla bürülüdür. Romanın iç içe geçmiş çok katmanlı, yer yerGrotesk kurgulara ulaşan anlatımı, bize Kemal Tahir’in uzun yıllar aynı cezaevlerinde yatıp Çankırı, Kastamonu gibi vilayetlerden gelmiş köylü mahkumlardan işittiklerine dayalı köy hayatını yazım biçemini anıştırır.
Sonunda Tekçarık köye eşkıyalarla dolu dağları aşıp bin bir heyecan içinde varır; böylece yazarımız içingünümüzün Kemal Tahir’i demek pek de yanlış benzetme olmaz.
Büyülü dağ hikâyeleri hatta masallarına benzer bir serüvenle köyüne yaklaşırken bir köy evinde beraber olduğu kadından, sevişme sonrasında karısı Gökçe’nin başına gelenleri duyan Tekçarık’ın kendi uydurduğu yalanla içine düştüğü hakikat arasındaki uçurum giderek büyür.
¨Kafasında kurduğu gibi olsaydı her şey, hemen eve koşup cezasını keserdi Gökçe’nin. Ama düşündüğü gibi değildi işler. Sevinse mi, üzülse mi bilemedi. Çıkmazın böylesini hiç aklına getirememişti. Uydurduğu yalanı, mektubu nasıl açıklayacak, nasıl bakacaktı yüzüne Gökçe’nin; seni sınadım mı diyecekti? ¨ [s.181]
Sonunda yüzleşme anı gelir. Gökçe ve Tekçarık, ikisinin de her şeyi baştan sona bildiği ama bir ötekinin ne kadarını bilip bilmediğini kestiremediği bir saklambacın içine düşer.
Çanakkale’deki birliğine geri döneceği son güne kadar konuş[a]madıkları, sadece oynadıkları bir pandomima içinde vakit geçer; vicdan azabı giderek büyür. Sonunda kasımveresiyeyi nasıl sildirdiğini öğrenir ve sıra namus davasına kalır; Gökçe’ye tecavüzün cezasını verecektir.
Fakat bunu yapamaz; hiç beklenmedik bir başka karar alıp omuzları düşük, kamburu çıkmış bir adam olarak muhtemel cinayetin yaşanacağı mahalden uzaklaşır.
Mustafa Şahin’in eseri, Zonguldak havalisinin bereketli yazarları Rıfat Ilgaz, İrfan Yalçın, Mehmet Seyda gibi isimlerin eli altındaki hazineden, yörenin sert koşullarında yaşamaya yazgılı insanların kültüründen besleniyor.
Romanda yerel ağızların abartılmadan kullanılıyor olması tüm bu metnin rahat okunmasını sağlıyor hiç kuşkusuz… Konuşmalarda dili günümüz Türkçesinden ayırmayan yazarımız Urumşalı, Curt Emine, Eğri Balta, Deli Cimbek, Nallı Şeytan gibi tuhaf lakaplar, isimlerle karşılaşmamızı sağlayarak romanın mekân ve zaman ilintisine dokunmuyor; bu da anlatımı kuvvetlendiren bir kurgu oyunu.
Dönem romancılığı başlı başına görsel hafızayı kullanmaklığa aittir. Yazarın dikkati en ufak ayrıntıda kalmalıdır. Bir kapının zilinden tutun, bir mutfak eşyasına kadar hemen her şey, görsel yönetmene bırakılmış gibi dikkate muhtaçtır. Şahin’in bu ayrıntıları gayet iyi işlediği dönem romanı, bu eseri bir köy romanı olmaktan kolayca çıkarıyor. Her şeyden evvel bu değerlendirmeyi peşin peşin yapmak gerekir.
Nihayet, Karartma Geceleri’nin sinemadaki unutulmaz yeri gibi, Şahin’in romanı da bir sinema yapımcısının ilgisini hak ediyor.