İNSANIN ACISINI ANCAK İNSAN ALIR – MUSTAFA ŞAHİN

Yeni bir yere vardığımızda çoğumuzun en büyük arzusu orayı tanıma isteğidir. Dağlıksa dağlarına, ovaysa ovasına, ormansa ağaçlarına, çiçeklerine, börtü böceğine bakarız alıcı gözüyle. Etrafımızda insanlar varsa eğer en çok da onlara dikkat kesiliriz. Yüzlerine dalarız. Mimikleri, jestleri inceleriz. Oturup kalkmaları, su içmeleri, karşısındakini dinleme biçimleri nasıl? Nasıl bir tepki vermekteler birbirlerine? Dalar gideriz böylece hayatın içine…

 

İnsanın acısını ancak insan alır. Sevinçlerimiz, mutluluklarımız başka biriyle, bir dostla paylaşılınca büyümez mi? Büyür elbet, biliriz hepimiz bunu. Kısaca birbirimizle hikayelerimiz aracığıyla ilişki kurar ya da kurmaya çalışırız. William L. Randall ‘Bizi ‘Biz’ Yapan Hikâyeler’de, “(…) Hikâyemiz varlığımız için gereklidir, tıpkı bir incinin istiridye için gerekli olması gibi:(…)” der. Hikâyesiz bir hayat olmaz kısacası.

Hayat hikâyesiz olmaz da, karşımızdakilerin bize kendileriyle ilgili olsun veya olmasın her anlattığı şey hikâye midir? Nasıl anlarız bize sunulanın bir hikâye olup olmadığını? Bu konuda William L. Randall yine aynı kitabında şöyle söylüyor:

“Ne var ki önyargı da, dedikodu da olumsuz sözcüklerdir, ‘gerçek’ ya da ‘olgular’dan ayırt edilemez hikâyeler öne sürerler. (…) Aslında dedikoduyu gerçekten ayıran şey içerikten çok niyetle ilgilidir. Ne anlattığımız değil, nasıl ve neden anlattığımız sorunudur. (…)”

Mahmut Şenol’un Terfika Yayınları’ndan çıkan ‘Bizim Unuttuğumuz Şey’ adlı öykü kitabını elinize aldığınızda, hikâyeci, ‘Hikayecinin akıl defterinden (2):’de niyetini açık ediyor:

“Benim iddiam, Sait Faik – Orhan Kemal – Memduh Şevket – Peyami Sefa – İlhan Tarus – Haldun Taner – Kemal Tahir’lerin zamanlarında kalmış Türk Hikâyeciliğine sahip çıkmaktır. Hikâye anlatma sanatının felç olduğunu, mefluç düştüğünü görüyorum. Ben insanın derinliğini bir olay örgüsü içinde görmek, öylecene aktarmak istiyorum. (…)”

Yazar, kitabın başındaki açıklamalar, bir bakıma kitapta yer alan öyküler boyunca önümüze düşüyor, bize yol gösteriyor. Tıpkı 2015 yılında yayınlanan öykü kitabı ‘Geçiyordum Uğradım!’ da olduğu gibi.

İnsanı anlatıyor öyküleri; insanlık hâllerini: zaaflarımızı, kurnazlığımızı, uysallığımızı… Saflığımızı ve korkularımızı. Basit, sade ve anlaşılır bil dille. Su katılmadan içilen rakı gibi çarpıyor yeri geldiğinde okuyanı.

Kitapta 18 öykü yer alıyor. Kısa öyküler. Birbirinden ayrı ayrı öyküler değil de sanki bir bütünün parçaları gibi serpiştirilmişler kitaba. Bir çiçek bahçesi gibi. Bunu kim yapabilir? Ya da hangi öykücüler bunu becerebilir? Tabi ki edebiyata roman ile başlayan nice edebiyatçı gibi bir edebiyatçının kaleminden çıkabilir böyleleri.

Öyküler, okuyucuda çağrışımlara yol açıyor. Kimi günlük hayatta yaşadığımız şeylere, kimiyse okuduğumuz başka yazarların bazı öykülerine…

“Cep telefonları daha yeni icat edilmiş, piyasaya sürülmüştür. Pek kimsenin harcı değil satın almak kullanmak; sahip olanlar ayrıcalıklı sayılıyor, parmakla gösteriliyor.”

Yukarıdaki satırlar kitaptaki ‘Sabah Gelen Telefon’ adlı öyküde geçiyor ve hemen aklıma genç yaşta hayata gözlerini yuman Bartın Öğretmenevi’nin harbi delikanlı garsonu Şaban’ı getiriyor. Cep telefonunun çok az kimsede bulunduğu zamanlar. Şaban bir cep telefonu almış ve kemerine asmış. Işığı pır pır çaktıkça dikkat çekiyor. Önemli hissediyor kendini. Ama bir sorun var. Kimse Şaban’ı aramıyor. Bu da mutsuzluk olarak yansıyor bizim delikanlının suratına. Fark edilmeyecek gibi değil durum. Cep telefonuna sahip birkaç öğretmen arkadaş buna çare üretmekte gecikmiyor. Elini kaldırıp parmak şaklatarak çay söyleyebileceğin büyüklükteki salonda siparişlerin bazıları cep telefonuyla verilmeye başlanıyor. Şaban’ın yüzünde güller açıyor artık.

Kitabı okudukça aklıma Necati Cumalı öyküleri geldi. Her ne kadar Mahmut Şenol, ‘Hikâyecinin akıl defterinden (2):’ de adını zikretmese de Necati Cumalı’nın ‘Ay Büyürken Uyuyamam’ ve ‘Yalnız Kadın’ adlı eserlerindeki tadı aldım kitaptan. Hayatın içinde her an karşımıza çıkabilecek küçük, sıradan insanların öyküleri basit bir dille ve süssüz bir şekilde karşımıza çıkıyor her iki yazarda da.

Nedense, bir de John Steinbeck düştü aklıma. ‘Kasımpatları’ hikâyesini anımsadım. Salinas Vadisi’nde geçen. Nereden nereye…

Önemli dil ustaları, yazarlar, farklı coğrafyalarda farklı zamanlarda yaşamış da olsalar, sanırım aynı kumaştan dokunuyor. Bir romancı olarak edebiyatımıza kazandırdığı öykülerden dolayı Mahmut Şenol’a ne kadar teşekkür etsek az.

Gelelim kitaba adını veren öykü ‘Bizim Unuttuğumuz Şey’e… Hayatın bunca hızlı aktığı zamanlarda yaşıyoruz ve çok şey unutuyoruz. Ama en çokta ‘o’ şeyi unutuyoruz. Nedir mi bu unutulan şey. Hayır, benden tüyo alamayacaksınız. Yanıt kitapta. Çok acelem var, diyerek oturduğunuz yerde kıvranmayın öyle; okuyun. Zaten kısacık bir hikâye efendim. Zamanınızı pek almaz (!).

Yorumunuzu bırakın