Eyüp Tosun: Kayıp ya da Yok Yer’in Sınırında (II)

Kör Islık’taki en güzel öykülerden biri de “Münir Bey”. Bu öykü de ölüm, kurban, dinsel ritüeller, vasiyet gibi yan temaları kuşanıp, merkezi bir odak olarak kayıp meselesine temas eder. Münir Bey’in annesinin ölümünün üzerinden bir yıl geçmiştir. Öykü bu kaybın “hatırlanması” ile açılır. Hafıza bir yıl öncesine gider, annenin cenazesinin “içeride” olduğu, Münir Bey’inse çocuklaşarak bir başka odaya kapandığı güne:

“Titriyordu. Somyadan gıcırtılar geliyordu belli belirsiz. Kendi kendine konuşmaya başlamıştı. İçeridekiler söylediklerini duyacak diye ödü kopuyordu. Annesinin cansız bedeni üzerinde duran bıçağı alıp kendine saplayamamak çok acıydı. Somyanın altındaki leğeni çıkardı. Küçükken annesi ona kızdığında içine saklanırdı. Şimdi içine girebildi, bu sefer de sığamadı. Yine de altı büklüm kendini somyanın altına iteledi.”[1]

İki büklüm değil, altı büklüm içine yerleşilen, saklanılan, güvenli bir yer olan, özneyi bütünüyle içine alması arzu edilen ama tam alamayan, bir tür ikame ana rahmi olarak “leğen” ve bu leğenin itelendiği “somya altı.” “Biraz Hüzünlenir misiniz, Lütfen?”öyküsünde “yok yer” muhayyel bir “tek karelik” fotoğrafsa, “yok yer”in bu öyküdeki muadili de “leğen”dir denebilir: biri kare, diğeri çember olan iki boşluk alanı.

Cenaze, mevlit okuyan imam ve taziyeye gelmiş insanlar içeride, Münir Bey ise odada leğenin içinde ve somya altındadır. Anne artık kızmıyor, somyanın fırfırları arasından da olsa belirmiyor, “çık oradan boyun uzamayacak oğlum,” demiyordur. Mevlit biter, insanlar dağılır, Münir Bey hâlâ somyanın altında ve leğenin içindedir: “Münir Bey leğenle bütünleşmişti.” Kızı Elif, babasını somyanın altından çıkarmaya çalışır, kızına “anne” diye seslenir, kız şaşkın, “ağla babacım” diyebilir sadece, ama Münir Bey ağlamaz, ağlayamaz.

“Yok yer” olarak leğen, leğenle birlikte bir bütün olarak “çocukluk.” Eyüp Tosun’un öykülerindeki başat ebeveyn “anne”dir, baba ya “yatalak” ya da çocuk daha çok küçükken ölmüştür. Sevgi, şefkat ve otorite kaynağı annedir: “çık oradan yoksa boyun uzamayacak” sözü bir emirdir. [2] Annenin ölümüyle bu emir de çekilmiştir aradan. Zaman geçmiş, oğlanın boyu uzamıştır, ama beden yetişkin olsa da ruh hâlâ çocuktur. Bedenle ruh arasındaki asimetrik ilişkinin odağında “yok yer” olarak çocukluk durur: geri dönülmek, aranıp bulunmak istenen, ama bulunamayan çocukluk, leğene sığamaz. Kendi ailesini kurmuş, çocuk sahibi olmuş bir babadır Münir Bey, ama önünde sonunda çocuk kalmış bir babadır.

Emirler veren annenin ölümü öznede bir ferahlama yaratmaz. Özellikle “ferahlama” sözü zira Freud’un –mealen– sevgi nesnesinin kaybı her ne kadar acı verici olsa da, özne bu kayıpla bir tür özgürlük imkânını da elde eder yollu fikri, kayıpla gelen kısmi bir ferahlığa –elbette kayıpla hesaplaşıldıktan sonra beliren- yeniden başlama isteğine işaret eder. Münir Bey bir çocuk olarak kalmaya devam eder, zira anne yaşamıyordur ama “rüya”da sürdürüyordur emirler vermeyi, rüya sahnesinden:

“Üç kere kısık ses ile. Kısık ses, itaat komutanıdır. ‘Sen de mi annecim? Yok, anne öyle demek istemedim’. ‘Hişşşşşş! Ne dedim ben, bak son kez diyorum: Ömür boyu kıldır tüydür kesip durdun; şimdi esas meseleye gel oğlum, makasını değil bıçağını bile.”

Simgesel bir “fallus” olarak “bıçak”, öykünün açılışında bir cenaze olarak yerde yatan “annenin karnında” görünmüştür, ikinci olarak da rüyada. Silik güçsüz de olsa “baba” aslında hâlâ oradadır, anne her durumda babanın tasarrufundadır. Nitekim Münir Bey annenin “karnının şişmesini” engellemek üzere konulan o bıçağı oradan alıp da kendine batıramaz; ağlayamaz, demek akamaz, boşalamaz. Bıçak, “yok yer” olarak çocukluğa, hatta anne karnına varma sürecinde aşılması gereken zorlu bir engeldir, bir sütun gibi arada durur. Anne, talimatlarını rüyada verir: “makasını değil bıçağını bile.” Büyü artık! Ama büyüyemez. Çocuktur.

Ankara’da bir berberdir Münir Bey, “kıl tüy” için makas bilemiştir yıllarca, ama anne oğluna ölümünden sonra bir “kurban” kesme vasiyeti vermiştir. Makasın değil, bıçağın vaktidir artık. Ama Münir Bey için ağır bir vasiyettir bu. Bunun için bıçağın “alınması” gerekmektedir. Güç olan da budur, bıçağın tutulması, kavranması… Kurban kelimesi malum “akraba” kelimesinin de kökü, akıtılacak kanla –her ne kadar dini söylem bir başka düzlemden refakat ediyor olsa da– anne ve oğlan arasındaki akrabalık yeniden ve başka bir biçimde kurulacaktır: Kan akacaktır. Ne var ki, öykünün sonunda Münir Bey kurbanı kesemez, annenin emri yerine getirilemez, “tekbir” seslerinin arasında birdenbire ıslık çalmaya başlar, elindeki bıçağı bırakır Münir Bey, hayvanın başına toplanmış insanlar anlam veremezler bu davranışa, kan akıtılamaz ama gözyaşı akar: “Annesi öldüğünden beri ilk kez ağlıyordu Münir Bey. Bıçağı bıraktı; titreyen parmaklarıyla cebinden e sevdiği makasıyla tarağını çıkardı. Islık ve ağlama, şiddetini artırarak devam etti…”

***

Kör Islık’ın karanlık ve tekinsiz öykülerinden biri “Münir Bey”. Öyküde Münir Bey’in Edip Cansever’in “Ben Ruhi Bey Nasılım?” adlı kitabındakine benzer bir şekilde, “müşterilerin” yahut oğlu İsmail’in (ki “İsmail” ismi de dinsel referanslıdır ve kurban meseleyle ilişkilidir) gözünden resmedilmesi de ayrıca dikkate değer bir nitelik.

***

Burada keselim. Kör Islık’taki “Hiçbir Şeyin Hiçbir Şeyi”, “Annemin Kaderi” gibi öyküler de şu ya da bu şekilde bahsi açılan kayıp probleminin etrafında dönen öyküler. Elbette sadece kayıp meselesi değil, bu meselenin yanı sıra, başka problemler de var Tosun’un metinlerinde. Sözgelimi “Hiçbir Şeyin Hiçbir Şeyi” öyküsü, göçmenlik meselesinden askerlik kurumunun eleştirisine kadar uzanan, “zulüm” karşıtı bir bakışının işlendiği bir hatta sahip. “Metruk Şifa” adlı deneysel parça, ama daha ziyade “Arabesk Porno” adlı öyküler de çalışılmış, işlenmiş, ironik ve güzel parçalar… Son olarak, bir önceki yazıda da değinilen, yazarın fiyakalı cümle kurma zevkinin ifadesi olan “Kısa’lar” adlı son kısım, genel toplamdan düşülse kitap kendinden herhangi bir şey kaybetmiş olmazdı sanki…


[1] Eyüp Tosun, Kör Islık, İstanbul: Tefrika Yayınları, 2018, s. 21.

[2] Bir otorite mecrası olarak kızan, emir veren, azarlayan ama her koşulda sevilen anne motifi: Eyüp Tosun da, acaba ilk kitap olmasından mıdır, diğer pek çok öykücü gibi annesine ithaf eder kitabını, ithaf cümlesi: “Kızma, kitap almadım bu sefer. / Anneme…” Özellikle son dönem öykülerde öne çıkan, baskın bir unsur olarak “anne” figürünü müstakil bir çalışmada değerlendirmeyi umuyorum. Sonra.

Yorum yapın